21 Kasım 2014 Cuma

OYUN TUTKUSUYLA GELEN BAŞARI HİKAYESİ

Huzurlarınızda 13 Yaşındaki Dünyanın En Genç CEO'su!

 
13 yaşında büyük ihtimalle halen büyüyünce hangi mesleği yapmak istediğinizi düşünüyordunuz değil mi? Önünüzde uzun bir vakit olduğunu, halen hayal kurmak için zamanınız olduğuna inanıyordunuz?
Jordan Casey ile tanışın. 13 yaşında ve hayal kurmak yerine hayallerini gerçekleştirmek için yola çıktığında sadece 9 yaşındaydı. Bugün dünyanın en genç programcısı, App Store uygulama geliştiricisi ve CEO’su. Onlarca ülkede en saygın seminerlerde konuşmalar yapıyor ve ilk bilgisayar oyununu geliştiriyor.
İrlandalı Jordan Casey henüz 9 yaşındayken Flash üzerinden oyunlar geliştirmeye başladı. Zamanla bunun ileride de yapmak istediği meslek olduğunu anlayan Casey, hayal kurmakla yetinmedi ve gerçekleştirmek için kısa sürede inisiyatif aldı. Oyun yazmak için gerekli olan tüm programları sadece 10 yaşında öğrendi. Üstelik bir yandan da okuluna aksatmadan devam ederken.
Casey 12 yaşında ilk App Store oyunu Alien Ball Vs Humans’ı satışa sundu ve şirketi Casey Games’i kurdu. Şirketinin geliştirdiği oyunlar bir kenara düzenli bir şekilde dünyanın dört bir yanında konferanslara katılıyor ve aralarında LinkedInAmazonPayPal gibi sitelerin CEO’larının da bulunduğu dinleyicilere genç bir CEO olarak zor yoldan öğrendiklerini anlatıyor. Sadece geçtiğimiz birkaç ay içindeAlmanyaİngiltereFransaABD ve Hindistan’da konferanslara katıldı.
Casey’nin kahramanları Apple’ın kurucuları Steve Jobs, Steve Wozniak ve fenomen haline gelenMinecraft oyununun yaratıcısı Markus Persson. En iyi fikirlerini ise anneannesinin evinin arka bahçesinde duvara şut çekerek top oynadığında bulduğunu söylüyor. Bir sonraki hedefi ise şirketi ile XBOX ve Play Station için oyun geliştirmek.
Jordan Casey’nin hikayesinden alınacak çok ders var ama bunların çoğunu uygulamak bizim için geç olabilir. Belki çocuklarımız için… Video oyunları ve teknolojiyi çocuklarınızda geçici bir heves veya zararlı unsurlar olarak görmeyin. Eğer çocuğunuzun bunlara ilgisi varsa, teknolojiyi sadece tüketen değil, üreten birisi olması için de onu cesaretlendirin. Oyun ve programcılık sektörü sahip olduğu devasa imkanlara rağmen halen bir okul diploması yerine sahip olunan beceriye bakılan nadir sektörlerden birisi. Çocuğunuz eğer teknoloji ile iç içe olmak istiyorsa, bunu bir tehlike olarak görmeyin, çocuğunuz için bir fırsata ve kariyere nasıl çevirebileceğinizi düşünün.
Sizin çocuğunuzun tutkusu nedir?
KAYNAK:www.kigem.com



3 Kasım 2014 Pazartesi

MANTIKSIZ İNANÇLARIMIZ




Hızla akıp geçen zaman içinde hepimiz kendimize bir takım inançlar ediniriz.Sahip olduğumuz bu inançlar doğrultusunda da hayatımıza yön veririz.Başarılarımız, başarısızlıklarımız, kazançlarımız, kayıplarımız, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz ve daha birçok şeyi onlara bağlı yaşarız.Yaşamın her alanında etkisini görmemiz mümkündür.Kimisinin farkındayız kimisinin varlığından bile haberdar değiliz.Oysa ki farkında olmadığımız ve bizim hayatımıza yön veren önemli inançlarımız vardır.
İnançlarımızı gözden geçirdiğimizde bunların kimisinin mantıksız inançlar olduğunu göreceğiz. Mantıksız inançlar, ilerlememizi engelleyen bizleri olumsuz yönde etkileyen inançlardır.Birçok mantıksız inancımızın, çocukluğumuzun ürünü olduğu genel bir kanıdır.Bu inançlar, ebeveynlerden veya önemli başka figürlerden özümsenmiş mesajlar olabilir.Bazen olumsuz düşüncelerimiz irade dışıdır ve nereden kaynaklandığının farkında olamayız.Bu inançların nerden kaynaklandığına bakılmaksızın, bilişsel terapistler inancın mantıklı mı yoksa mantıksız mı olduğuna karar vermek için dört ana kriter belirlemişlerdir.Bunlar:
1.       İnanç esnek mi (mantıklı) veya değişmez mi (mantıksız)?
2.       İnanç gerçek ile uyumlu mu (mantıklı), uyumsuz mu (mantıksız)?
3.       İnanç akla uygun mu (mantıklı), yoksa değil mi (mantıksız)?
4.       İnanç, birey ve bulunduğu sosyal grup için büyük ölçüde üretken sonuçlara öncülük ediyor mu (mantıklı), yoksa birey ve bulunduğu sosyal grubu verimsiz hale mı getiriyor (mantıksız)?
Yukarıda saymış olduğumuz dört madde bize inançlarımızın mantıklı mı yoksa mantıksız mı olduğunu göstermektedir.Fakat birçok mantıksız inancımızın kolay kolay farkına varamayız.Bu nedenle sizlere birkaç mantıksız inan örneği vermek istiyorum.
·         İnsanlar benim beklentilerime göre yaşamalılar, yoksa yaşam çekilmez olur.
·         İnsanlar bana adil davranmalıdır.
·         Benim için önemli olan herkes tarafından onaylanmalı ve kabul edilmeliyim.
·         Eğer istediğim her şeyi elde edemezsem, tamamen mutlu olamam.
·         Dünya berbat bir yer, çünkü bana hakkım olanı vermiyor.
·         Hiç kimseye güvenemezsin.
·         Hiçbir şeyi tamamlayamam/bitiremem.
Daha birçok mantıksız inanç sıralayarak listeyi uzatmamız mümkündür. Fakat burada önemli olan kendi sınırlayan inançlarımızı tespit ederek onları hayatımızdan çıkarmaktır.Çünkü onlar daha verimli ve mutlu yaşamamızı engelleyen şeylerden biridir.Sınırlayıcı inancınızı öğrendiğiniz zaman iki haftanızı onu hiç düşünmeden geçirmeyi deneyin. Hayatınızı olumsuz anlamda etkilediğini düşünüyor ve üstesinden gelemiyorsanız bir uzmandan destek alabilirsiniz.

                Unutmayalım ki bu hayatta neye inanıyorsak onu yaşıyoruz.

14 Ekim 2014 Salı

AVUÇLARINIZDAKİ YILDIZ...

     Mutluluk üzerine yazılmış yüzlerce yazı okuyabilirsiniz.Buna rağmen okumakta olduğum Ustaca Sevmek adlı kitabın bir bölümü sizlerle paylaşmak istedim.Çünkü Don Miguel Ruiz çok sade ve anlaşılır bir dille anlatmış. Lafı çok fazla uzatmadan o bölümü paylaşacağım.

     "Adamın sevgiyle dolup taşan yüreği bir akşam bir mucize gerçekleştirmiş.Yıldızları seyrederken aralarında en güzelini bulmuş.Sevgisinin büyüklüğüyle bu yıldız gökten yeryüzüne, ellerinin arasına kaymış.Mutluluğu çok derinmiş, kadına gidip sevgisini kanıtlamak için yıldızı eline vermeye can atmış.Yıldızı kadının avuçlarına bıraktığı an kadının yüreğinde kuşku gelip geçmiş. Aşırıymış bu sevgi.İşte o an yıldız ellerinden düşüp binlerce küçük parçaya ayrılmış.
     Yanlış kimindi? hatanın ne olduğunu bilmek ister misiniz?Adamın yanlışı mutluluğunu kadına verebileceğini düşünmekti.Mutluluk asla dışımızdan gelmez.adamın mutluluğunun kaynağı içinden gelen sevgiydi.Kadının mutluluğunun kaynağı da kendi içinden gelen sevgiydi. Ama adam kadını mutluluğunun sorumlusu kıldığı an kadın yıldızı parçaladı.
     Mutluluğumuzu alıp başka birisinin ellerine bırakacak olursanız er geç kırılacaktır.Mutluluğunuzu başka birisine verirseniz alıp götürebilir. Çünkü mutluluk yalnızca sizin içinizden gelebilir ve sevginizin sonucudur. Başka birisini hiçbir zaman kendi mutluluğumuzdan sorumlu kılamayız. Ama evlenirken ilk yaptığımız yüzükleri birbirimizin parmağına takmaktır. Onun sizi, sizin onu mutlu kılacağınız beklentisiyle yıldızlarımızı birbirimizin eline veririz. Birisini ne kadar çok severseniz sevin onun olmasını istediği kişi olamayacaksınız.
     Bu, daha başlangıçta çoğumuzun düştüğü bir yanlış. Mutluluğumuzu eşimize dayandırıyoruz, ilişki de bu şekilde tıkanıp kalıyor. Tutamayacağımız sözler veriyor, kendimizi başarısızlığa mahkum ediyoruz."

     Umarım sizlerde avuçlarındaki sevgi yıldızlarını, bir ömür parlak tutabilmeyi başaranlardan olursunuz.

   


2 Eylül 2014 Salı

Hayat...


Hayat bir verip bir alıyorsun

Nedir amacın? Nedir alıp vermediğin?

Tam mutluluğu yakaladım derken dikenlerin tatlı tatlı can yakıyor

Ne gariptir ki mutluluğun etkisiyle canının yandığını da hissetmiyorsun.

Savunmasız anımızda sınıyorsun bizi.

Acılarımızı yaşarken arada fısıltıyla "mutluluk da var" diyorsun.

Her şey sırayla diyorsun lakin bizim yaptığımız sıralamayı beğenmiyorsun

Sahne senin diyorsun rolleri sen belirliyorsun.

Özgürsün diyorsun kanat veriyorsun kanatlara uçacak gücü vermiyorsun.

Bazen tercih senin diyorsun tek seçenek sunuyorsun.

Buldum derken elimden alıyorsun.

Nesin? Kimsin? Var mıdır senin de zayıf noktaların?

30 Haziran 2014 Pazartesi

HAYAT ARKADAŞINIZ


 Günümüzde kronik hastalığı olan kişilerin sayısı giderek artmaktadır. Hepimizin çevresinde duyduğu hipertansiyon, şeker, kronik böbrek yetmezliği, kanser bunlardan sadece birkaçıdır. Bu hastalıkları olan kişiler, farklı tedavi şekillerine sahip oldukları gibi farklı yaşam şekillerine de sahip olurlar. Size bu hastalıkların her hangi birisinin tanısı konulduğunda o artık sizin hayat arkadaşlarınızdan biri olacaktır. Yaşamınızın geri kalan kısmını onunla birlikte sürdüreceksiniz.

Zaman zaman size itiraz edecek ve onunla geçinemediğiniz anlar olacaktır. Çünkü siz kahveyi bol şekerli içmeyi severken o bunu sevmeyecektir. Sadece içtiğiniz kahveye müdahale etmekle kalmayacak. Yediğiniz yemeklere, hobilerinize, alışkanlıklarınıza kimi zamanda çalışma temponuza karışacaktır. Hayatın her alanında olduğu gibi bu alanda da sizden fedakarlık istenecektir... Sizde bu yolda daha mutlu olabilmek için yaşam şeklinizi yavaş yavaş değiştirmeye başlayacaksınız. Artık yemekler daha tuzsuz, kahveler- çaylar daha şekersiz bir de alkol alıyorsanız azaltmanız hatta bırakmanız gerekebilir. Çok yoğun çalışıyorsanız yeni hayat arkadaşınız bunu da gözden geçirmenizi isteyebilir.Bu saydıklarıma sizde birçok madde ekleyebilirsiniz.

Bazı zamanlarda da beklenmedik bir anda birden fazla hayat arkadaşınız olabilir. Hatta bunlar bile aralarında anlaşmazlıklar yaşayabilirler. Kimisi fazla su içmenizden hoşlanmayabilir, kimisi şekerden, kimisi tuzdan…Birinin gönlü hoş olurken diğeri size zorluklar çıkarabilir. İşte burada asıl önemli görev size düşüyor. Aradaki dengeyi korumak size daha kaliteli ve uzun bir hayat sunacaktır.

Bu arkadaşlar sadece sizin yaşamınızda değişiklikler yaratmayacaktır. Çevrenizde ve ailenizde de değişiklikler olacaktır. Belki de ailenizden birini seçeceksiniz. Seçtiğiniz kişi bu yolda sizin elinizi sıkıca tutan, size her adımda yardımcı olan kişi olacaktır.Arada bir ziyaret ettiğiniz hastaneye,artık daha sık gitmeye başlayabilirsiniz.Çünkü bazı hayat arkadaşlarınızla ancak böyle mutlu olacaksınız.

Bu noktada yapmanız gereken en önemli şey yaşamınıza yeni bir bakış açısı ile bakmak.Ve bir takım sorulara kendi içinizden cevaplar vermek.Bu durumda daha iyi neler yapabilirsiniz? Bunu yalnızca siz mi yaşıyorsunuz? Hayatınızdaki  kronik hastalıkla yaşam programınızı nasıl düzenleyebilirsiniz? Nelerden vazgeçmelisiniz? Neleri kazanmalısınız? Güçlü yönleriniz neler ve bunları nasıl kullanabilirsiniz? Yeni hedefleriniz var mı? Hastalığınızla ilgili yeterli bilgiye sahip misiniz?

            Saymış olduğumuz soruların sayısını arttırabilirsiniz.Hayatınızda gelişen olumlu şeylere biraz daha fazla odaklanarak moral ve motivasyonunuzu yükseltebilirsiniz.Her şey sizin baktığınız pencerenin rengine göre şekil değiştirecektir.Her anın kendine özgü güzelliğini fark edeceksiniz.Yeni hayat arkadaşınızı ne kadar hoş karşılar ve onunla yaşamayı severseniz o da size aynı şekilde cevap verecektir.İlk adımı onları sevmeye başlayarak atın ve onlardan korkmayın.

 

11 Haziran 2014 Çarşamba

AFFETMEK BİR KOZMİK UNUTMADIR

Bugün sizlerle yaşamımız boyu bizler için çok önemli olan bir konu hakkında paylaşımda bulunmak istiyorum.Yazıyı bir internet sitesinden okudum ve sizlerle paylaşmanın faydalı olacağını düşündüm. Okuduktan sonra kendinize biraz vakit ayırıp affetmeniz gereknleri bir liste yapın ve ilk adımı atın.

En uzun yolculuk, beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuk... Affetmek bu yolculuğun en kestirme yolu...

Affetmeyi gerektiren her yara, içinde önemli bir dersi barındırır; dersi görebilmek için yarayı yeniden deşerek yüzleşmek zorunda kalsak bile...

Marie Balter adındaki kadının affetmekte zorlanacağı çok şey vardı. Kendisine bile bakmaktan aciz, alkolik bir annenin evlilik dışı dünyaya gelen çocuğuydu. Beş yaşına geldiğinde çocuk bakım yurduna yerleştirildi. Daha sonra bir çift tarafından evlat edinildi.

Sadist çift küçük kızı, evin mahzenine kapayıp, ona sistematik biçimde işkence ediyordu. Çiftin saygın konumu, küçük kızın yaşadıklarını çevreden kolaylıkla gizliyordu.

Marie on yedi yaşına geldiğinde depresyondan felç geçirdi. Kas spazmları ve boğulurcasına astım hastalığı çekiyordu. Halisünasyonlar da gördüğü için doktorlar ona yanlışlıkla şizofreni teşhisi koydu.

Bundan sonraki 17 yılı akıl hastanesinde geçti. Akıl hastanesinde geçen yıllarda umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranan kız, yemek yiyemiyor, fazla kımıldayamıyor ve intihar etmeyisıkça düşünüyordu.

Otuz dört yaşına geldiğinde doktorlar, Marie'nin durumunu yeniden değerlendirdiler. Onun şizofren olmadığına, ağır depresyon geçirdiğine ve panik atak yaşadığına karar verdiler.

Arkadaşlarının ve kendisini seven bir kaç sağlık görevlisinin yardımıyla, Marie hastaneden çıktı. Artık yaşamını nasıl sürdüreceğine kendisinin karar vermesi gerekiyordu. Terk edilmiş, işkence ve tacize uğramış, otuz dört yılı ziyan olmuş bir kişiydi. Kızgın, öfkeli, umutsuz olmak onun en doğal hakkıydı.

Yaşamının sorumluluğunu üstlenmeden, devlet yardımıyla hayatının sonuna kadar yaşayabilirdi. Ama o bu yolu seçmedi. Marie, üniversiteye girdi ve mezun oldu. Evlendi. Harvard Üniversitesi' nde mastır yaptı. Psikiyatrik hastalarla çalıştı, konferaslar verdi. Biyografisini yazdı. Hayatı film oldu ve televizyonlarda gösterildi. Elli sekiz yaşındayken, on yedi yılını geçirdiği hastaneye yönetici olarak atandı. Associated Press Ajansı, onun yeni görevini haber yaparken, o zaferinin açıklamasını şöyleyaptı:

"Eğer affetmeyi öğrenmeseydim, bir damla bile gelişemezdim. Yaşamım ziyan edilmiş bir yaşam olurdu. Ve bu gün bu hastaneye yönetici olarak dönemezdim."

29 Mayıs 2014 Perşembe

Mükemmel ilişkinin 20 bilimsel sırrı



Pek çok insanın öncelikli hayalleri arasında mutlu ve sağlıklı bir birlikteliğe sahip olmak var. Ünlü psikolog, yazar ve sosyal bilimci David Niven, son kitabı ’The 100 Simple Secrets of Great Relationships’te (İnsan İlişkilerinin 100 Sırrı) mükemmel bir ilişkiye ulaşmanın sırlarını açıkladı.

Yaptığı araştırmalar nedeniyle Ohio Devlet Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi tarafından birçok kez ödüle layık görülen ünlü yazar David Niven mutlu ailelerin, sağlıklı ve başarılı insanların 100 sırrından sonra ’İnsan İlişkilerinin 100 Sırrı’ adlı kitabıyla mutlu ve sağlıklı bir beraberliğe giden yolda, atılması gereken adımları okuyucularıyla paylaşıyor.

KIYASLAMA YAPMAYIN
Niven’in mutluluğa ulaşmak isteyenlere kıyaslama yapmaktan kaçınmalarını öneriyor. Hayatımızı başkalarınınkiyle kıyaslamak onu değiştirmez. Ancak yazara göre kendi hayatımız ile ilgili nasıl düşündüğümüzü değiştirir! Nitekim bir arkadaşımızı mükemmel bir ilişkinin keyfini sürerken gördüğümüzde kendi ilişkimizi sorgulamaya başlıyoruz. Sorunlar yaşarken gördüğümüzde da kendi ilişkimizin daha iyi olduğunu düşünüyoruz.

PERİ MASALLARINA ALDANMAYIN
Yazara göre her ne kadar hikayelerde yaşanan büyük aşkları yaşamayı beklemesek de içten içe bunun hayalini kuruyoruz. Niven’a göre yapmamız gereken hayalini kurduğumuz büyüyü partnerimize karşı duyduğunuz sevgide görmek ve masallarda yaşanan şeylerin beklentisi içine girmemek.

ORTAK İLGİ ALANI OLUŞTURUN
Günümüzün çoğunu kariyer peşinde koşmak ve gündelik görevlerimizi yerine getirmekle geçiriyoruz. Bu da kişilerin ilişkilerinde ortak ilgi alanları bulmaya çalışmalarını son derece önemli kılıyor. Çünkü ortak ilgi alanları partnerler arasında pozitif bir iletişim ve eğlencenin oluşmasını destekler.

ZİHNİNİZİ OKUMASINI BEKLEMEYİN
Üzücü bir durumda olduğunuzda partnerinizin sıkıntınızı kendiliğinden anlamasını beklemeyin. Karşı taraf zihninizi okuyamaz. Çoğunlukla partnerimize duygularımızı anlatmadan, bizi yalnız bırakmakla itham ediyoruz. Yapmanız gereken, partnerinize hissettiklerinizi anlatmak.

ACELEYE GEREK YOK
Kişilerin evlenmeye ve çocuk doğurmaya karar verdiği yaş dilimi son yüzyılda, her on yılda bir artıyor. Yazara göre bu durumun maddi baskılar ve bağımsızlığını ilan etmek gibi pek çok nedeni var. Acele etmenize gerek yok. Çünkü ilişkiler birinci gelenin ödüllendirildiği birer yarış değil. Kitapta yer alan araştırma, geç yaşta evlenmenin ne hayat, ne de yaşanan ilişki üzerinde negatif etkisi olmadığı kanıtlanıyor.

MİZAH DUYGUNUZU GELİŞTİRİN
Yazara göre bir ilişkide iyi bir mizah anlayışına sahip olmanın ortalama bir günü daha eğlenceli kılmaya ve kötü bir günün yükünü azaltmaya faydası olur. Yazar; bu mizah anlayışının pozitif bir yönü olması gerektiğinin altını çiziyor. Çünkü negatif espriler sadece tansiyonu artırır.

KALİTELİ ZAMAN
Eğer birlikte en çok zaman geçirmek istediğimiz insanı bulmuşsak neden onunla mümkün olan en kaliteli zamanı birlikte geçirmeyelim ki! Çünkü ilişkiler birlikte geçirilen zamanın miktarı ile değil kalitesi ile gelişir!

GELECEK ÖNEMLİ
Yazara göre bazı insanlar ilişkilerinin başarılı bir geçmişi varsa o zaman yapılması gereken her şeyin başarılmış olduğunu düşünme yanılgısı içine giriyor. Oysa ilişki geçmişe değil, geleceğe doğru inşa edilir.

AÇIK OLMAK ŞART
Bir ilişkinin mutlu ya da mutsuz olduğunu düşünün. Partnerlerin birbirleri ile nasıl iletişim sağladıkları çok önemli. Yazara göre sağlıklı bir ilişki içerisindeki çiftler, iyi ya da kötü her ne yaşıyorlarsa bunu partnerleri ile paylaşıyor: "Hiçbir şeyi içinizde tutmayın! Çünkü kendi gerçekliğinizi paylaştığınız zaman hayatınızı da paylaşmış olacaksınız ve bu süreçte partneriniz ile aranızda oluşacak olan bağ her şeyin üstesinden gelmenizde size yardımcı olacaktır!"

ONUNLA ARKADAŞ OLUN
Biriyle yıllar boyu süren bir araba yolculuğuna çıkacağınızı farz edin! Bu sürede bu kişiye son derece yakın olacaksınız. Dolayısıyla söz konusu kişinin aynı zamanda arkadaşınız olmasını da istersiniz. İlişkiyi sürdüren geçici heyecan ya da zevklerden çok arkadaşlık, karşılıklı saygı, hayranlık ve ilgi olacaktır. Uzun vadeli ilişkiler gelişimlerini ve hayatta kalmalarını sağlam bir arkadaşlık temeline borçludur!

MUTLULUĞU ÖNCE KENDİNİZDE ARAYIN
İnsanlar, sevgi dolu ilişkilere ihtiyaç duyar. Hepimiz yakın sosyal ilişkilerden fayda görürüz. Ancak çoğumuz bir ilişkinin bizi tamamlayacağına, hayatımızdaki boşlukları dolduracağına inanırız! Halbuki gerçekte kim olduğunuzla ilgili olarak mutlu değilseniz, bir ilişki bu durumu değiştirmeyecektir! Bu, sağlıklı bir ilişki sürdürmenizi de zorlaştıracaktır!

PARANIN ÖNEMİ AZALIR
Hayalimizdeki partner varlıklı biri olabilir. Ancak varlıklı kişi ile bir ilişki yaşamaya başladıktan sonra paranın önemi ilişkinizi değerlendirirken etkisiz bir hale gelecektir! Kitapta yer alan araştırma sonucuna göre, sadece gelirin veri olarak alındığı bir ilişkinin başarısı ile ilgili bir tahmin yapmak imkansız! Çünkü servet bir ilişkinin uzunluğu ve tatminlik derecesi üzerinde bağlantısız!

ONU ÖNEMSEYİN
Fikir, zevk ve tercihlerinizin mükemmel bir uyumla buluştuğu bir ilişkiyi ne yazık ki yaşayamayacaksınız! Niven; bu boş fanteziyi tercih etmemenizde de ısrarcı... Zıtlıkların daima ilişkiyi canlı tuttuğunu, rehavet hissinden uzaklaştırdığını ve birey olarak gelişimi artırdığını savunuyor. İlişkinizdeki zor zamanlarda sizin için en önemli olanın ne olduğunu karşı tarafa göstermelisiniz! Farklılıklara rağmen ona değer verdiğinizi göstermeniz; sağlıklı bir ilişkinin temelini oluşturur.

SORGULAMAYI BIRAKIN
Çoğumuz birlikte olduğumuz kişinin geçmişini merak ederiz. Özellikle ciddi ilişkilerini. Uzun vadede endişe, kıyaslama ve eninde sonunda kavga ortamı yaratacaktır. Siz; birlikte olduğunuz kişinin geçmişteki partnerleri ile bir yarışma içerisinde değilsiniz.

KENDİNİZE İNANIN
İlişki bir ihtiyaç değildir. Özde; sağlığınız ve mutluluğunuz için bir ilişkiye ihtiyacınız yok. Yaşadığınız ilişki belki de hayatınızın önemli bir kısmını teşkil edebilir, ama siz hayatta kalmak ve gelişmek için gerekli olanlara zaten sahipsiniz! İçinde bulunduğunuz durum her ne olursa olsun; kendinize inanın ve önce tek başınıza ayakta durabildiğiniz gerçeğini kabul edin.

Çevrenizdekilerinfikirlerini dinlemeyin
Önemli bir karar vermemiz gerektiğinde genellikle ikinci bir görüş alırız! Niven; bu eğilimi kesinlikle desteklemiyor. İki kişinin oluşturduğu dünyayı, aradaki iletişim ya da elektriğin seyrini üçüncü kişilerin asla çözümleyemeyeceğini vurguluyor ve ilginç saptamalarda bulunuyor: "Birincisi; hiç kimse sizin gerçekten neye ihtiyaç duyduğunuzu ve neye değer verdiğinizi sizden iyi değerlendiremez. İkincisi insanlar başkalarının ilişkileri konusunda kendi ilişkilerine nazaran daha olumsuzdur. Kısacası akıl danıştığınız kişiler; ilişkinizdeki negatif yönleri görmeye pozitif yönleri görmekten daha meyillidir!"

Korkuya yenik düşmeyin
Kendi ayakları üzerinde duran, ne istediğini bilen bir kadın olmanıza rağmen; benliğinizi doğru şekilde yansıtmanız kimi zaman mümkün olmayabilir. Fobiler ilişkileri olumsuz yönde etkileyebilen nedenler arasında. O gerçekte nasıl biri, geçmişte yaşadıklarımızın yine yaşayacak mısınız, sizden nasıl bir birliktelik bekliyor, bencil mi, sorumsuz mu? Bu gibi sorular; her kadının hayatının bir döneminde zihnine üşüşebilir. Oysa; olumsuz bir durum ile karşılaşacağınızda ilişkinizi sorgulamaktan vazgeçmeniz gerekiyor.

İşlerinizi eve getirmeyin
İş gününüz sona erdiğinde işiniz tamamıyla ofiste kalmalı. Zihninizden de silinmeli! Kitapta yer alan bir araştırma sonucuna göre; çalışmaya ya da iş düşünmeye neredeyse hiç ara vermeyen işkoliklerin diğer kişilere oranla özel yaşamlarından memnun olduklarını söylememelerinin üç kat daha olası bir durum olduğu belirtiliyor.

Acılarınızı unutmalısınız!
Kırıldınız ve sonra sizden özür dilendi. Çok acı çektiniz ama karşı tarafı affetmeye karar verdiniz! Ancak içinizdeki acı hemen ortadan kaybolmuyor ve hissettiğiniz bu acının travmasını içinizde taşıyorsunuz. Ama bu acıyı geride bırakabilmeyi öğrenmelisiniz! Çünkü acıyı içinizde tutmanız, yaranın taze kalmasına neden olur.

Mükemmeli aramayı bırakın
 Günümüzde mutsuz birlikteliklerin belki de en büyük nedeni; ’Daha mükemmelini yaşayabilirim’ düşüncesinden kaynaklanıyor. Sağlıklı ve tatmin edici ilişki daima mevcuttur ya da yaratılabilir! ’Mükemmel ilişki’ diye bir kavram asla var olmamıştır. Bu nedenle; Her konuda sizinle hemfikir olan ya da her an sizi mutlu edebilecek biri ile karşılaşmayı ısrarla beklemek yerine; sizi en fazla tatmin eden ilişkiyi yeşertmeyi denemelisiniz.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

RENKLERİN ENERJİSİ

Her rengin bir enerjisi olduğunu biliyor muydunuz? Renk terapisinin yüzlerce yıl önce Uzakdoğu''da uygulanmaya başlandığını söyleyen sağlıklı yaşam uzmanı Işık Kırgız, doğru rengin pek çok hastalığı iyileştirici etkisi olduğu görüşünde.

Göğüs kanseri teşhisi konan ünlü pop yıldızı Kylie Minogue ameliyat için yattığı hastanedeki odasını pembeye boyattı ve baştan sona pembe objelerle süsledi. İlk çocuğuna hamile olan Britney Spears da son klibinde pembeler içinde çıktı seyircinin karşısına. Öyle ki Hummer cipinin koltuk döşemeleri bile pembeydi. Her iki yıldızın da pembeyi tercih etmesinin altında bu rengin taşıdığı enerji yatıyor.

Duygunun ve saf sevginin rengi olan, hayallerin ve korunma duygusunun pekişmesini sağlayan pembenin aynı zamanda ağrıları hafifletme gibi bir özelliği de bulunuyor. Renk terapisi; renklerin bedenle dengesini, enerjisini kurarak zihinsel, fiziksel, ruhsal ve duygusal anlamda rahatlama sağlıyor. Bu terapinin geçmişi çok eskilere dayanıyor.

Tibet''te, Uzakdoğu''da yüzlerce yıl önce uygulanmaya başlanan terapi, zamanla daha bilimsel bir potaya taşınmış ve renk dalga boylarının insan bedeni üzerinde ciddi etkilere sahip olduğu ortaya çıkmış. İnsanların günlük hayatlarında giydiği, kullandığı renklerin ruh hallerini ortaya koyduğu, yaşam stillerini anlattığı belirlenmiş.

TURUNCU NEŞE KAYNAĞI

Sağlıklı yaşam uzmanı Işık Kırgız, renklerden yararlanmak için onların anlamını ve hayattaki yerini bilmek gerektiğini söylüyor: "Renklere sadece hayatımızdaki tonlar olarak değil, bize verdiği enerji olarak bakmalıyız. Her rengin anlamı var. Çünkü hepsi farklı dalga boylarına sahip. Farklı dalga boylarına sahip oldukları için de farklı enerji taşıyorlar. Örneğin, bütün renklerin kaynağı olan beyaz, hayata dair olguların açılımıdır."

Birtakım problemler yaşayan veya yorganın altından çıkmak istemeyenlerin mutlaka turuncu ya da kırmızı giymeleri gerektiğini söyleyen Kırgız, bu renklerin taşıdıkları enerjiyi bu sayede bize de yükleyeceklerini anlatıyor. Depresif, gergin, kızgın durumlarda ise kırmızı ve turuncunun kesinlikle kullanılmaması gerekiyor.

Renkler sağlıkta ve bedeni arıtıp, temizlemek için de aktif rol oynuyor. Mesela yüksek tansiyon ya da yüksek ateşte mavi kullanıldığı takdirde tansiyon ve ateşte düşme gözleniyor. Aynı zamanda aşırı kanamalarda da mavi kanamayı azaltıyor. Düşük tansiyonda, dolaşım bozukluğunda, eklem ağrılarında, kilo probleminde kırmızı; bağırsak tembelliğinde sarı kullanmak ya da düşünmek yardımcı oluyor.

Pembe ise rahatlatıcı bir renk olduğu için ağrıları hafifletiyor. Renklerin enerjisinden yararlanmak için ille de o renkte bir kıyafet giymeniz gerekmiyor. Kırgız''a göre bir taş, obje ya da sadece düşünerek o rengin enerjisini alabiliyorsunuz.

KİLO VERDİRİYOR

Işık Kırgız''ın uyguladığı ''biyofoton'' tedavi filtreleri de renklerden yararlanarak sorunlardan kurtulmayı vaad ediyor. Mekanizma olarak doğal ışık ve vücudun kendi enerjisini kullanan biyofotonlar çeşitli renk dalgalarından oluşuyor. Vücuda yapıştırılarak kullanılan biyofotonlar, kırışıklıkların, lekelerin, selülitin, vücuttaki ciddi ağrıların yok olmasını sağlıyor. Migreni olanlar, migren noktalarına yapıştırıyorlar. Biyofotonlardaki renk dalgaları damarları yavaş yavaş gevşetiyor ve vücut rahatlıyor. Böylelikle örneğin migren ağrısı da bir süre sonra yok oluyor. Biyofotonlar sigarayı bırakmada da yüzde 90 başarı sağlıyor.

Avrupalılar, aynı zamanda anti-stres özelliği bulunan biyofotonları çantalarında taşıyor ve stresli anlarında çıkartıp stres noktalarına yapıştırıyor. Renklerin enerjisinden yararlananlar ve bulundukları durum içinde hangi rengi kullanmaları gerektiğini bilenler çok daha kolay bir yaşam sürüyorlar. Sağlıklı yaşam uzmanı Işık Kırgız, bu uygulamanın kesinlikle tıbbi tedavinin yerini tutamayacağını; sadece destekleyici terapi olduğunu da ekliyor.

Doğadaki tüm renk dalgalarının bir enerjisi var. Renklerden alınan bu enerjilerin de kişinin psikolojisini etkilediği varsayılıyor.

TURUNCU Neşe verici bir renk. Dışa dönüklük, canlılık ve heyecan, cinsellik duygularını harekete geçirir.

MAVİ Sezgilerin rengi. İç dinginliği, sevgi, huzur, sakinlik ve barış duygularını pekiştirir.

KIRMIZI Canlandırıcı etkisi var. Motivasyonu, enerji, coşku ve yaşama sevincini, sıcaklık ve aşk duygularını, kan basıncını ve vücut ısısını harekete geçirir.

YEŞİL Güvenin rengi. Paylaşma, cömertlik, huzur, istikrar, sakinlik, zihinsel ve duygusal benlikte etkin.

KAHVERENGİ Ağırbaşlılık, önderlik rengi. Eğitim, öğretim, kültür, sanat, emin olma ve sağlamlık duygularını pekiştirir.

LACİVERT Uyum ve başarı rengi. Sakin ve dingin olma duygularını pekiştirir.

PEMBE Duygunun ve saf sevginin rengi. Hayallerin, korunma duygusunun pekişmesinde etkin.

MOR Ruhsal dünyanın rengi. Asilliği, dengeyi, kendine güveni, sakinleştirici ve dinlendirici duyguları pekiştirir.

SARI Akıl ve zeka rengi. Umut, ilham ve yöneticilik duygularını pekiştirir.

SİYAH Güç ve bireysellik rengi. Tutku, hırs, inat ve muhalefet duygularında etkin.

Evde siyahtan kaçın

Renkler doğru kullanıldıklarında hayatımızı olumlu yönde etkiliyor. Işık Kırgız bir renge uzun süre bağlı kalınmaması gerektiği konusunda uyarıda bulunuyor. Örneğin sürekli mavi kullanıldığında kendinizi tembelleşmiş, durgun hissetmeye başlayacağınızı, sürekli kırmızı kullanmanın da agresif bir ruh haline sahip olmanıza sebep olacağını söylüyor. Ama bu çok sevdiğiniz bir renkten uzun süre mahrum kalacağınız anlamına gelmiyor. Örneğin, maviyi çok seviyorsanız bunu turuncuyla dengeleyebilirsiniz. Mavi tonlarındaki kıyafetinizle birlikte turuncu aksesuar kullanmak gibi...

Kırgız, yatak odasının da baştan sona siyah ve kırmızı renklerle dekore edilmemesi gerektiği konusunda uyarıda bulunuyor. Çünkü bu renkler bir süre sonra ruh dengenizi bozuyor ve depresif bir ruh haline sahip olmanıza neden oluyor.

HUZUR PASTEL TONLARDA
Kırgız, siyah ve kırmızıyı sevenlerin bu renkleri biblo, abajur, tablo gibi objelerde kullanmalarının daha doğru olacağını söylüyor. Evlerin duvarlarında, mobilyalarda ya da genel dekorasyonunda tercih edilmesi gereken renklerin başında ise daha çok dinginliği ve huzuru hatırlatan lila, mavi, yeşil ve pembe geliyor.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Yaşam dediğimiz şey...


Her tartışmayı kazanmak gerekmiyor. Karşındakinin aynı fikirde olmadığını bilmek ve bundan ders çıkartabilmek de bir kazançtır.
 Geçmişinle barışık ol, ki "şimdi"ni mahvetme.
 Hayatını başkalarının ki ile kıyaslama. Onların hayatlarında hangi yollardan geçtiklerini bilemezsin.
 Mutluluğundan sadece sen sorumlusun.
 Başımıza gelenler üzerinde pek değil, yaptıklarımız üzerinde daha çok kontrolümüz vardır.
 Her gün doğaya ilişkin yeni bir şey öğren.
 Başkalarının hakkımızda düşündükleri tamamen bizim kontrolümüz altında değildir.
 Vücudumuzun ve onun mucizevi harikalarının kıymetini bil...
 Unutma. Durum ister iyi, ister kötü olsun mutlaka değişecektir...!
 Yararlı eğlenceli ve güzel olmayan şeylerden uzak dur...
 Oturmasını, kalkmasını, giyinmesini bilmek ve diğerlerine yardım etmek de çok önemli şeylerdir.
 Her gün yatarken "Bugün yapabildiklerime şükür ediyorum" diyerek uyu.
 Başarılı olmak için fırsatları değerlendirmesini bil...
 Bir olumsuz söz, söyletmese bile bin tanesini çağrıştırır.
 Olumlu düşün, olumlu konuş. Özün, sözün ve eylemin bir olsun.
 Değerli vaktini dedikodular, olumsuz düşüncelerle, gelmiş geçmiş ve senin kontrolün dışındaki şeyler için harcama. Enerjini olumlu "şimdi" için kullan.
 Daha sık kahkahalarla gül, daima gülümse...
 Dostlarını kucaklama fırsatını hiç kaçırma.
 Yaşam bir şeylerden nefret etmekle geçirilmeyecek kadar kısadır.

6 Mayıs 2014 Salı

EN ÖNEMLİ ADIMLAR İLK ADIMLARDIR

  ABD’nin Kansas eyâletinin Elkhart kentinde, çok yoksul bir âîlenin çocukları olan iki kardeş, bir okulda çalışıyorlardı. Her sabah sınıflardaki sobaları yakmak, onların görevi idi.

Soğuk bir günün sabahı, kardeşler sobayı temizlediler ve odunla doldurdular. Kardeşlerden biri, bir şişe gazı odunların üstüne döktü ve ateşe verdi. Öyle büyük bir patlama oldu ki, eski bina sallandı. Patlama sırasında büyük kardeş öldü, diğerinin de bacakları fecî şekilde yandı. Daha sonra, şişeye yanlışlıkla benzin doldurulduğu ortaya çıktı.

Yaralanan çocuğu tedavi eden doktorlar, çocuğun bacaklarını kesmekten başka çare olmadığını söylediler. Anne ve babası yıkılmıştı. Zaten bir oğullarını yitirmişlerdi. Şimdi ise diğer oğulları bacaklarını kaybedecekti.

Anne – baba, çocuğun bacaklarının kesilmesine razı olmadılar. Doktorlara, kesme işlemini ertelemesini ricâ ettiler. Doktorlar ise, çocuğun bacaklarının tamamen yandığını, kesilmezse çocuğun ölebileceğini söylüyorlardı.

Doktorlar ısrar ettikçe, âîle ertelettiriyordu. Anne – baba, inançlarını kaybetmemişlerdi. Çocuklarının bacaklarının iyileşmesi için her gece Allâh’a dûâ ediyorlardı. Hatta çocuğun annesinin yaptığı dûâlar, bazen sabah saatlerine kadar sürerdi. Onlar Allâh’tan sadece bir şey istiyorlardı: Çocuğun bacaklarının kesilmemesini ve iyileşmesini. Anne – baba, geceleri Allâh’a dûâ ediyorlar, gündüzleri ise doktorlara yalvarıp, kesme işlemini bir gün daha ertelemeyi istiyorlardı. Doktorlarla her gün tartışıyorlardı.

Bu durum, bu şekilde tam iki ay sürdü. Çocuğun bacakları kesilmedi ama iki ay sonra sargılar açıldığında, sağ bacağının sol bacağından 6 cm daha kısa olduğu ortaya çıktı. Sol ayağındaki parmaklar ise neredeyse hiç yoktu. Ancak âîle yine de kararlıydı. Anne – baba, her gün çocuklarıyla evde egzersiz yapıyor, onu yürüyeceğine inandırmaya çalışıyorlardı.

Aylarca süren egzersiz hareketleri nihayet başarılı oldu ve çocuk, bir – iki adım atmayı başardı. Bu çocuk,gençlik yaşına geldiğinde koltuk değneklerinden de kurtuldu ve yürümeye başladı.

Mucize gerçekleşmişti ve genç adam, koltuk değneklerine ihtiyaç duymadan yürüyordu.

Yürüdü, yürüdü, yürüdü…

Derken, koşmaya da başladı…

Koştu, koştu, koştu…

Hiç durmadan koştu…

Öyle bir koştu, öyle bir koştu ki…

1934 yılında düzenlenen Atletizm Yarışmaları’nda 4. 06’lık dereceyle maratonda "dünya rekoru" kırdı.

Bu genç adam, Glenn Cunningham’dı. Madison Sguare Garden’da "yüzyılın sporcusu" seçilen Glenn Cunningham, daha sonra "dünyanın en hızlı insanı" ünvânını da kazandı.

Çocukluğunda geçirdiği bir kazada her iki bacağı da tamamen yanan, doktorların bacaklarını kesmekten başka çare olmadığını söylediği ve gençlik yaşına kadar koltuk değnekleri yardımıyla yürüyebilen Glenn Cunningham, atletizmde dünya rekoru kırıp "yüzyılın sporcusu" seçilme başarısı göstererek "dünyanın en hızlı insanı" ünvânını kazanırken, bizlere verdiği ders ise şuydu: İnanırsak Başarırız…
 
(Alıntı)

2 Mayıs 2014 Cuma

Almadan vermek...


Geçtiğimiz hafta oturduğum semtin belediyesine gittim.Gidiş amacım gönüllü olarak yapmak istediğim şeyleri bildirmekti.Belediye binasına girdikten sonra farklı farklı kişilerle görüştüm.Daha  sonra  bu konuda yetkisi en fazla olan kişiyle görüşmek için 15 dk bekledim.Görüşmeye gittiğim kişi, beni gayet hoş karşıladı.Kendimden, aldığım eğitimlerden ve yapmak istediklerimden kısaca söz ettim. Düşüncelerimi anlattıktan sonra bunları gönüllü olarak yapmak istediğimi ekledim. Karşımdaki bey gayet şaşırmış vaziyette :” Şimdi siz para karşılığı olmadan mı bunları yapmak istiyorsunuz?” dedi. Görünüşe göre bir hayli şaşırmıştı. Biraz konuştuktan sonra şaşırmakta haklı olduğunu anladım. Çünkü bugüne kadar gelen insanların hepsi yapcaklarının pazarlığını yapmakla meşgul olmuşlar.
           Bir kez daha gördüm ki bu bizim eksik yanımız.Hepimizin kendi insanımız için gönüllü olarak yapabileceği bir şeyler vardır. Fazla değil.  7 günün sadece birkaç saatini başkalarına yardım için ayırıyor olsak inanın daha güzel bir yaşama sahip olacağız.Sadece bununla da kalmayacak  manevi açıdan daha doygun kişiler olacağız. Ruhumuzu dinlendirmek adına gittiğimiz eğitimler, seminerler, terapiler ve daha bir çok aktiviteler bulunmakta. Bunların hepsine belli bir bedel ödeyerek gidiyoruz. Bu listeye bir şık da ben eklemek istiyorum ama karşılığında bir bedel ödemeyeceğiniz. Gönüllü olarak bir yerlerde çalışmak.

Hepimiz farklı alanlarda yetenek ve bilgi sahibiyiz. Gönüllü olarak yaptığımız çalışmalarda hem yardımlaşma hem de bilgi alış verişinde bulunmuş olacağız.Şimdi bir kez daha düşünelim bizim payımıza ne düşüyor? Biz daha güzel bir yaşam için neler yapabiliriz? Bizim yardımımıza ihtiyacı olan kişilere nasıl yardım edebilirz?  Bu soru listesini daha da uzatabiliriz. Verdiğiniz cevaplar doğrultusunda yüreğiniz size en doğru seçeneği sunacaktır. Bu seçenek sayesinde sizlerde bir şey almadan bir şeyler vermenin insanda yarattığı duyguyu yaşamış olacaksınız.

 

22 Nisan 2014 Salı

En Değerlimiz...


Zaman zaman hepimizin kendimize tahammül edemediği anları oluyor.Hatta öyle ki severek yaptığımız şeyler bile artık tat vermemeye başlıyor.Okuduğumuz kitap,yediğimiz yemek,izlediğimiz film vs listeyi bitirmek mümkün değil.Bu zamanlarda içimiz daralır, ruhumuz bedenimize sığmaz olur.Yüreğimize cevabını alamadığımız sorular sorup daha da zorlaştırırız içinde bulunduğumuz durumu. İnsanoğluyuz kimi zaman kendimize acı çektimeyi,olayların olumsuz yanlarını görmeyi meziyet sanıyoruz.

Tam da bu zamanlarda en güzel ilacımız olur dostlarımız. Bugün nasıl olduklarını sormak için aradığım iki dostum,beni o kadar mutlu ettiler ki kelimelerle anlatmak mümkün değil.Çünkü ikisi de birbirinden habersiz benim hakkımda aynı yorumu yaptılar.Bu yorumlar benim için beklenmedik bir denklikti ve gün içinde çözmeye çalıştığım bir sorunumun çözümü oldu.

Dostlarımız kendimizi haksız yere suçlarken bize biz olduğumuzu gösterirler.Aslında bizde var olan fakat bizim görmediğimiz güzel yanlarımızı hatırlatırlar.Öyle bir şey söylerler ki bulunduğumuz andan çıkıp bambaşka bir yere götürürler.

Oya gibi işlediğimiz dosluğumuzun kıymetini zor zamanlarımızda anlarız.Öyle kolay değildir dosluk kurmak öncelikle dürüstlük,şefaflık,bağlılık ister.Hiç karşılık beklemeden elimizde ne varsa  veririz.Biliriz ki gün gelecek ve o verdiklerimiz bize altın tepsilerde sunulacaktır.Bununla birlikte gerçek dost aynadır.Gizlemez, olduğundan farklı göstermez bizi.Onun söylediklerinin önünde ya da arkasında başka bir şey aramayız.Sorgulamayız,yargılamayız aynı şekilde ne sorgulanırız ne de yargılanırız... Güveniriz,onun yanındayken kelimelerimizi seçmeyiz, saçmalayabiliriz, aklımıza gelen her şeyi bir anda anlatabiliriz.

Acıyı en derinden yaşadığımız anlarda bile onunla paylaşabilmemiz su serper yüreğimize. Görmekte zorlandığımız çıkış kapısına gitmek için gören gözümüz, tutan ellerimiz ve içimizdeki dayanma gücümüz olurlar.Sahip olduğumuz en büyük zenginliklerden biridir dostlarımız.Zaman geçtikçe değeri artan,biz değer verdikçe bize değer kazandıran...

 

21 Nisan 2014 Pazartesi

Ya şundadır, ya bunda! Karar veremiyorum!

Bugün özgüven konusunda bir kaç güzel yazı okurken bir tanesi dikkatimi çekti.Bu yazıda dikkatimi çeken nokta, insanların gerçekten hata yapmaktan korkuyor olmalarıydı.Bununla birlikte hayatımızın farklı yerlerinde karşımıza çıkan kararsızlık engeli de ortaya çıkmaktadır.Yazının tamamını sizinle paylaşmak istedim.


 Özgürlüğün en zor tarafı karar verme zorunluluğudur. Başkalarının doğruları ile hareket etmek onların yolundan yürümek her zaman daha kolay gibi. En azından ben de herkes gibi yaptım diyebilir insan. Uyum içinde kendini bir süre daha güvencede hissedebilir. Sorumluluk taşımaya da pek gerek kalmaz. Sanırım birçok insan böyle yaşıyor. Sonra birden özel hayatımızla ilgili kritik bir durum yaşıyoruz ve karar vermek gerekiyor.
´Evet´ dersem bir dolu şey geliyor başıma, ´hayır´ dersem kapkara bir dünya ve boşluk mesela.

"Aslında böyle yapmamam gerek ama yapmazsam huzur bulamıyorum, müthiş bir kararsızlık - nedir bu bilmece, bu çıkmaz?"
Kendimizi yargılamak yararsız

Bir de üstüne kendimizi yargılamamız başlar. "Of, niye böyleyim, niye bilemiyorum nasıl karar vermem gerektiğini, aptal mıyım, neyim eksik?" "Başkaları nasıl karar veriyor, hiç can çekişmeden benim gibi? Niye cesaret edemiyorum", vs. vs.

Arkadaşlara, güvendiğimiz kişilere sorarız çaresiz kalınca "Sen olsan ne yapardın", ben bir türlü karar veremiyorum" şeklinde. Onlar da canı gönülden, anlatırlar, nasihatlar, örnekler verirler, kendi hayatlarından, ata sözlerinden, geçmişten, onun bunun başına gelenden.

Evet, doğru, siz de biliyorsunuzdur bunları, çok kereler düşünmüşünüzdür aynı şeyleri. Ama yine de tuhaftır içiniz - rahat değildir. Hak da verirsiniz onlara ama niye o kararı öylesine vermek doğal gelmez, kolay gelmez sizi rahatlatmaz! "Herkes için doğru olan benim için de doğru mu? Benim doğrumu bulmam için benim karar vermem gerekmez mi?"
Karar vermekten korkmayın!

Kararlarımız yaşantımızın kaçınılmaz parçaları. Sorumluluk taşıdığımız sürece verdiğimiz kararlar ile ister istemez hayatımızı belirli yollara yönlendiriyoruz.

İnsanların karar vermede karşılaştıkları en büyük sorun sonradan pişman olmamak ve yanlış bir şey yapmamak için kendilerini doğru karar vermeye zorlamaları oluyor.

İşte ben o yanlış karar kısmında durmanızı istiyorum. Kime göre yanlış olabilir kararınız? Evet bir sürü insan "Ayol çıldırdın mı?" diyebilir. Sebep, onların böyle bir karar almayacaklarıdır. Olabilir. Ama onlar siz değilsiniz. Sizin yaşamınız boyunca edindiğiniz deneyimler, sizin gereksinmeleriniz, sizi böyle bir karara itiyor olabilir. Ve bu sizin gelişiminiz için çok önemli bir yol olabilir. Diğerleri buralara gelmemiş olabilir, böylelikle sizin daha yaşamanız gereken yeni duygulara, yeni olaylara yeni deneyimlere şans vermeniz şart. Diyelim ki yanlış bir karar verdiniz. Hani o en korktuğunuz şey başınıza geldi. Bu ne ifade eder? Çok basit: Kendinizi daha yakından tanımanızı, tecrübe edinmenizi ve en önemlisi yeni sonucun, sizi yeni çözümler aramanız için zorlamasını. Evet en kötü ihtimaliniz.
Ben böyle istedim, ben sonuçlarına katlandım, ben her türlü duyguyu, aşk, sevinç, korku, umutsuzluk, acı, başarı, güven; evet hepsini yaşadım. Ben yaşadım diyebilmek!

Yanlış yapmaktan korkmayın
Sorumluluğu üstlenip, ne olursa olsun bir çözüm bulabileceğinize inanıp kendinize "Ben becerebiliyorum" diyebilme şansını verin.

Eğer karar verememe sürecinde çok bunalırsanız, en azından "Bugün karar vermeyeceğim, yarın karar vereceğim" diye karar verin!
Bir takım yeni zorluklara çözüm bulmak zorunda kalmanız, bunları mecburen çözmeniz ve başarı sağlamanız gerecek ve bu da sonuçta sizi daha güvenli ve mutlu bir insan yapacaktır.


Kaynak:www.zeded.com

18 Nisan 2014 Cuma

Şişmanlık pişmalıktır...


Obezite, günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin en önemli sağlık sorunları arasında yer almaktadır. Obezite genel olarak bedenin yağ kütlesinin yağsız kütleye oranının aşırı artması sonucu boy uzunluğuna göre vücut ağırlığının arzu edilen düzeyin üstüne çıkmasıdır.

Bilindiği üzere beslenme; anne karnında başlayarak yaşamın sonlandığı ana kadar devam eden yaşamın vazgeçilmez bir ihtiyacıdır.İnsanın büyümesi, gelişmesi, sağlıklı ve üretken olarak uzun süre yaşaması için gerekli olan besin öğelerini yeterli ve dengeli miktarda alıp vücutta kullanabilmesidir. Karın doyurmak, açlığı bastırmak, canının çektiği şeyleri yemek veya içmek değildir.

Sağlıklı bir yaşam sürdürmek için, alınan enerji ile harcanan enerjinin dengede tutulması gerekmektedir.

Günlük alınan enejjinin harcanan enerjiden fazla olması durumunda, harcanamayan enerji vucutta yağ olarak depolanmakta ve obezite oluşumuna neden olmaktadır. Buna paralel olarak, günümüz teknolojisindeki gelişmeler, yaşamı kolaylaştırmakla birlikte, günlük hareketleri önemli ölçüde sınırlamıştır.

Tamda bu noktada bireylerin obeziteden korunmaları için yaşam şekillerinde bir kaç değişiklik yapabilmeleri mümkündür. Günlük hayatlarında dikkat edecekleri ufak detaylar sağlıklarını pozitif yönde etkileyecektir.Burada sağlık koçları olarak kişinin değişim konusundaki hedefine ulaşması için destek oluruz.Kişinin cevaplaması gereken bir kaç örnek soru sıralayabiriz.

ü  Kişi yediği besini ne için yediğinin farkında mı?

ü  Hangi durumlarda daha çok yemek yeme ihtiyacı duyuyor?

ü  Günde kaç öğün yemesi gerektiğini biliyor mu?

ü  Günlük tüketilmesi gereken besin gruplarını ve miktarlarını biliyor mu?

ü  Hareket etmesini engelleyen şeyler nelerdir?

ü  Sağlıklı yaşam için hayatında daha iyi yapması gereken bir şey var mıdır?

ü  Sosyal ortamlarda yemek tercihini nasıl ve neye göre yapıyor?

ü  Daha sağlıklı bir yaşam için atacağı ilk adım nedir?

ü  Bir uzmandan destek alamasına gerek var mıdır?

ü  Beslenme ile ilgili sınırlayıcı inançları var mıdır?

Bu sorular daha sağlıklı ve obeziteden uzak bir yaşam için sorulacak sorulardan sadece bir kaçıdır.Bireyde genetik olarak aşırı kilo alımına yatkınlık varsa, kişi bunun için önlemlerini almalıdır. Gerekirse alışkanlıklarını ve yaşam şeklini ona göre düzenlemelidir.

 Unutmayalım ki tercihlerimizden bizler sorumluyuz. Şimdi beden ve ruh sağlığınız için “Neleri yapmaktan vazgeçmeli ya da neleri hayatınıza eklemeli?” diye bir liste yapmakla başlayabilirsiniz. Hayatınızın ritminin devamı için sağlıklı beslenin. Bilmeliyiz ki şişmanlık pişmanlıktır.

 

Kaynak:www.thsk.saglik.gov.tr

 

16 Nisan 2014 Çarşamba

Zeirgarnik etkisi ile erteleme alışkanlığının ne ilgisi var?


Başarıya giden yolda önümüze  çıkabilecek olumsuz durumlardan birisi de erteleme alışkanlığıdır. Bazen yapmak zorunda olduğumuz işleri "canımız istemez" ve erteleme yoluna gideriz. Peki Zeirgarnik etkisi ile erteleme alışkanlığının ne ilgisi var?
Garsonlar, Lost dizisi ve Charles Dickens ertelemeyi bırakmak hakkında bize ne öğretebilir?

Erteleme illetiyle baş etmenin en basit yollarından biri işi başından aşkın garsonlardan ilham almaktır.
Buna Zeigarnik Etkisi deniyor. Rus psikolog Bluma Zeigarnik’in (resimde solda, evet solda, hayır erkek olan değil, soldaki kadın) ismiyle anılıyor. Viyana’da gittiği restoranda otururken tuhaf bir durum Zeigarnik’in dikkatini çekiyor. Garsonların siparişleri sadece servis sürecinde hatırladıklarını fark ediyor. Servisi tamamladıklarında siparişler hafızalarından buharlaşıp gidiyor.

Çalışmalarına dönen Zeigarnik bu durumla ilgili bir teori geliştirmeye koyuluyor. Laboratuar ortamında bir deney oluşturuyor. Deneklere yirmi kadar basit görev veriyor; bulmaca çözmek, ipe boncuk dizmek gibi görevler. Yalnız bazen araya girip yapmakta oldukları işi yarıda kesmelerine neden oluyor. Daha sonra deneklere hangi görevin daha çok akıllarında kaldığı soruluyor. Tamamladıkları işlerden çok yarım bırakmak zorunda kaldıkları işleri hatırlayanların sayısı diğerlerinin iki misli çıkıyor.
Ertelemenin psikolojisiyle ilgili bir fikir verdi mi? İşte bir ipucu daha…

Bundan altmış yıl kadar sonra Kenneth McGraw ve meslektaşları Zeigarnik Etkisini başka bir yoldan test etti. Bu deneyde katılımcılara oldukça zorlu bir yapboz verildi; hiçbiri yapbozu tam olarak bitirmemişti ki araştırmanın sona erdiği belirtildi. Buna rağmen katılımcıların yüzde doksanı yapbozu tamamlamayı sürdürdüler.
Ne diyorsunuz?

Arkası Yarın
İşte size bir ipucu daha: Seyirciyi o kanalda tutmak için televizyoncuların kullandığı en eski numaralarından biridir haftalık dizi filmler. Dizinin son sahnesi şok edici, yarım kalmış, sonucu belli olmayan bir resimle biter örneğin. Kahramanımız balkondadır ve arkasından yaklaşan bir gölge onu sırtından iter. Sahne burada dondurulur. Kahramanın düşüp düşmeyeceğini öğrenmek için ertesi haftayı beklememiz gerekiyordur.

Sonra şu yazıyı görürüz: DEVAM EDECEK
Ertesi hafta sonucu görmek için yine o kanalı açarsınız çünkü gizem aklınızda kalmıştır, zihninizi hâlâ meşgul etmektedir. Tamamlanmamıştır.

Büyük romancı Charles Dickens da aynı tekniği kullanırdı. Eserlerinin çoğu, daha sonradan tam olarak yayımlanmış olsa da önce tefrika halinde basılmıştır. Oliver Twist örneğin.

Madem Başladım O Zaman Bitireyim
Bütün bu örneklerin ortak noktası şu ki, insan bir işe başladı mı onu yarım bırakmaktan çok bitirmeye eğilimli oluyor. Erteleme illetine şayet haddinden büyük bir işle karşı karşıyaysak tutuluyoruz ve o işe başlamayı sürgit geciktiriyoruz. Bu da genellikle ya nasıl ya da nereden başlayacağımızı bilemediğimiz durumlarda oluyor.

Zeigarnik Etkisinin bize öğrettiği şu ki, ertelemeyi yenmekte kullanabilecek bir silah varsa o da bir yerden, herhangi bir yerden başlamak.
En zor kısmından başlamayın elbette. Önce daha kolay olan kısımları deneyin. Büyük bir projenin bir parçasının bile altından kalktığınızda gerisi gelecektir. Bir kere başladınız mı içinizde bir dürtü oluşur. “Madem başladım, bitireyim.” Zihninizin gerisinde, farkında bile olmadığınız bu küçük ses sizi o görevi tamamlamaya teşvik eder. Dünyanın her yanında onca insan Lost dizisini nasıl seyretti sanıyorsunuz?

Gayet basit bir tekniktir bu ama sıklıkla aklımızdan çıkar; yine gidip bir işin en zor kısmına dikeriz gözümüzü ve gözümüzde büyütürüz işi. “Yapamayacağım” düşüncesi ertelemenin en sevdiği kardeşidir.
Yalnız Zeigarnik Etkisinin önemli bir istisnası var. Bir şeyi elde etmek için yeterince motive olmadığımız durumlarda bir işe yaramaz. Şurası gerçek ki, bir şeyi imkânsız ya da sıkıcı buluyorsak zahmete girmeyiz.

Ama ulaşılabilir bulduğumuz bir amaç için sadece bir adım atmak çok büyük bir fark yaratır.

 
Kaynak: http://www.kuraldisidergi.com

10 Nisan 2014 Perşembe

Atalet asla başlayamamaktır...

Azmin ve kararlılığın zıt kavramı ise atalettir. Azim asla vazgeçmemek demektir. Atalet ise asla başlayamamaktır. Başladığınız işleri bitirmemek de ataletin diğer bir örneğidir.

Atalet içindeki kişilerin genellikle şöyle dediğini duyarsınız: “Ben mükemmelliyetçiyim. Ben bir işe başlamadan önce şartlar benim çalışmam için uygun olmalı. Dikkatimi dağıtacak hiçbir şey olmamalı, çok fazla ses olmamalı, telefonlar mümkünse çalmasın, telefon çalınca dikkatim dağılır. Elbette fiziksel olarak kendimi iyi hissetmeliyim, başım ağrıyorsa nasıl çalışabilirim ki ?” bu kişiler atalet içinde olduklarından bir işe asla başlayamayanlardır.
Bir de başladıkları işi bitirmeyenler vardır, başladıkları işi hep yarım bırakırlar ama onların da mükemmelliyetçilik kılıfıyla örtülmüş bahaneleri daima hazırdır. Şöyle derler: “ben herşeyin tam ve mükemmel olmasını isterim. Hiçbir işden tatmin olmam. Bunun “i” harflerinin noktaları mükemmel bir benek şeklinde olmalı, bütün “t” harfleri birbirinin aynı olmalı. Yoksa o iş bitmiş sayılmaz. Ben kendimin en büyük eleştirmeniyim, ne yapayım ben böyleyim. Mükemmelliyetçi olduğum işler işler bitmiyor. Ama değişemem ki…”
Burada neler olduğunu görebiliyor musunuz ? “Yanlış” bir davranış, “erdemli” bir davranışmış gibi gösteriliyor. Mükemmelliyetçi “kendi standartlarının içinde yaşadığı bu dünya için çok yüksek olduğunu” söylüyor. Hata-erdem sendromu adını verebileceğimiz bu davranış biçimi, aslında kişilerin zayıflıklarını örtmek için geliştirdikleri bir savunma kalkanıdır. Sahte bahaneler bulma çabasıdır. Elbette ki bu davranış şekli ataletin gerçek nedenlerini açıklamaz. Çünkü ataletin gerçek nedenleri çok daha derinlerde saklıdır.

Ataletin temelinde “başarısızlık korkusu” yatar. Korku sizi paralize etmiştir ve ilerlemekten alıkoymaktadır. Hiç başlayamamak ile başladığınız işi bitirememek arasındaki fark nedir ? aslında hiç fark yoktur. Her iki durumda da bir noktada takılıp kalırsınız. Her iki durumda da hiçbir yere varamazsınız. Yapmanız gereken görev ya da iş ne olursa olsun, karşısında yenik duruma düşmüşsünüzdür.

Bu davranışın gerçek nedeni ise sizin gelecekle ilgili oluşturduğunuz hatalı vizyonlarınızdır. Bu işi başaramadığınızda neler olacağını düşünmek, sizi o işi bitirmekten alıkoyan davranışı doğurur… yani ataleti. Belki başarısızlığınız karşısında insanların size güleceklerinden korkarsınız, belki alacağınız eleştirileri kaldıramayacağınızı düşünür ondan korkarsınız ya da korkunuzun nedeni, işi beklenen şekilde tamamlayamadığınızda, cezalandırılacağınız düşüncesi olabilir.
Kısaca geleceğinizle ilgili oluşturduğunuz “negatif vizyonlar” sizi ilerlemekten alıkoyar, takılır kalırsınız. Bu pek çok kişinin zihninin kendi yarattığı bir araçtır.
Öyleyse bizi ilerlemekten alıkoyan ataleti yenmek için ne yapmalıyız ? şimdi size ataleti, azme dönüştürmenizi sağlayacak bir teknik göstereceğim. Ataleti ve pasifliği, üretkenliğe ve kararlılığa dönüştürmek için temel prensip şudur.

Parçalara Ayırma Prensibi

Tamamlamaya çalıştığınız işin niteliği, bu prosesin işleyişini değiştirmez. Belki bir kitap yazmak istiyorsunuz, bir dağa tırmanmak istiyorsunuz, ya da evinizi badana yapacaksınız. Başarmak istediğiniz şey ne olursa olsun, başarının anahtarı, yapacağınız işi küçük parçalara ayırabilmenizdir. Her küçük parça işin, kolaylıkla tamamlayabileceğiniz, idare edebileceğiniz, bir bölümü olmalıdır. Tam şu anda işin ne kadarlık bölümünü bitirmeniz gerekiyorsa o kadarlık kısmına odaklanın. Daha ilerisinin düşünmeyi bırakın. Geleceği negatif bir şekilde gözünüzün önüne getirmekten vazgeçerek, tam da bulunduğunuz an için pozitif bakış açısı geliştirin. Bu teknik ataleti yenmedeki en önemli tekniklerin başında gelir. Şimdi bunu bir örnekle biraz daha açıklayalım:
Diyelim ki sizden 400 sayfalık bir roman yazmanızı istedim. Eğer siz de çoğunluk gibiyseniz, bunun tamamlanması imkansız bir görev olduğunu düşünebilirsiniz. Ama şimdi size daha farklı bir soru sorduğumu farz edin; bu kez diyorum ki: “bir yıl boyunca her gün 1.5 sayfa yazı yazmanı istiyorum” Yapabileceğinizi düşünür müsünüz ? 400 sayfalık kitap yazma fikri imkansız gibi görünürken, bu yeni teklif size biraz daha kolay gelmedi mi ? En azından yapması imkansız gibi görünmüyor olsa gerek.
Burada yaptığımız “400 sayfalık kitap yazma işini parçalara ayırmak oldu. Peki iş kolaylaştı mı, belki evet… ama inanın bana, hala bazılarınızın gözünün korktuğunu görür gibi oluyorum. Neden mi ? çünkü burada “bir yıl” boyunca sürecek bir çalışmadan bahsettim, her gün 1.5 sayfa yazın dedim. 1.5 sayfa yazma kısmı kolay. Ama bunu 1 yıl boyunca yapmanız söylendiğinde bu pek çok kişinin gözünü korkutur. İnsanlardan bir yıl boyunca sürekli aynı şeyi sürdürmesini istediğinizde, kişiler ileriye bakma ve negatif bir ruh hali geliştirme eğilimine girerler. Öyleyse ne yapmalıyız. Haydi işi biraz daha parçalara ayıralım:

Bu kez sizden, “bugün” 1.5 sayfa yazı yazmanızı istiyorum. Bunu isterken bir yıl, bir ay, bir hafta boyunca demiyorum. “Bugün 1.5 sayfa yazı yaz” diyorum, daha ötesine bakmanızı istemiyorum. Pek çok kişi bunu rahatlıkla kabul edecektir. Hatta 400 sayfalık bir kitap yazmanın kendileri için imkansız olduğunu düşünenler bile.

Yarın olduğunda bu kişilerden yine aynı şeyi isteyeceğim, ve onlara şöyel diyeceğim “düne bakma, yarına da, asıl olan bu gündür ve bugün yapman gerek 1.5 sayfa yazı yazmaktır”. Sizce yapabilirler mi ?
Buradaki teknikte yapılması gereken işin yanı sıra zamanı da parçalara ayırmış oluyoruz. Önemli bir işin için gereken zamanı bir günlük zaman dilimlerine bölüyoruz. Aynı anda yapılması gereken işin kendisini de parçalara ayırmış bulunuyorsunuz. İnanın bana bu tekniği bir yıl boyunca uygularsanız, sonunda hepinizin 400 sayfalık bir kitabı olacaktır !
Eğer gözünüzü korkutan bir işle karşılaştığınızda, içinde bulunduğunuz günü esas alır, geriye ve ileriye bakmadan günlük görevlerinizi yerine getirirseniz başaramayacağınız iş yoktur.
Unutmayın en uzun maraton koşusu bile “tek bir adım ile başlar”. Kalkın ve ilk adımızını hemen şimdi atın.


Kaynak:muminsekman.com

4 Nisan 2014 Cuma

BEN MUTLU OLMAYI ÖĞRENDİM


Bir akşam iş çıkışı arkadaşımın biri bana “Senin kadar mutlu sağlık çalışanı görmedim” dedi. Aslında bu tespite şaşırmamıştım çünkü günümüzde mutsuz çalışan kişi sayısı çok fazla.Ona, mesleğe ilk başladığım zaman  yapmış olduğum tercihimi anlattım:  
“Mezun olduktan sonra ilk iş günü merakla  kliniğe gittim. Daha ilk anda çalışanların ve hastaların mutsuz yüz ifadeleri dikkatimi çekmişti.Hemen hemen herkes mutsuzdu.Günün sonunda bende kendimi mutsuz hissederek ayrılmıştım.Ve anladım ki bu şekilde ben bu işi yapamaycaktım. Ve o anda kendi kendime bir karar aldım:‘Ya burda mutlu olmayı öğrenecektim ya da diğerleri gibi mutsuz olacaktım.’”

O gün aldığım kararı, hayatımın her anında uygulamayı öğrendim. Ve fark ettim ki yaşadığımız her durum karşısında kendimize iki şık sunmalıyız, ya iyi olacağız ya da kötü.Bu iki şık arasında da tercihi kendimiz yapıyoruz.Hangisini tercih eder ve inanırsak onu yaşamış oluyoruz.Gittiğim her yerde burayı seveceğim dedim ve sevdim.Yaptığım her işte tercihimi,sevmekten yana kullandım ve severek yaptım. Bazen tam tersi oldu sevmeyeceğimi anladım ve hemen bulunduğum yeri ya da yaptığım işi değiştirdim.Tercihlerimiz bizim elimizde ve tercih ettiğimiz yolda hangi duyguyla yürüyeceğimiz de.

Mutlu olmak için beklemeyin...Mutluluğu tercih edin ve hayatınıza devam edin.

2 Nisan 2014 Çarşamba

50 GÜÇLÜ SORU

Zaman zaman hepimizin ne istediğimizi bilemediğimiz anları olmuştur. Koç David Wood'un 50 Güçlü Soru'u kaynağının bu konuda faydalı olacağını düşünerek paylaşmak istedim.Kendinizi tanıdığınız ve ne istediğinizi bildiğiniz bir yaşamınız olsun...



 HEDEFİNİZİ BELİRLİYORUZ

1. Eğer hayatınızı doyasıya yaşamanız mümkün olsaydı, ilk neyi değiştirmekle başlardınız?

2. Hayatınızın hangi alanlarında iyileştirme yapardınız?

3. Şu anda hayatınızda en büyük değişimi yaratacak ne üzerinde çalışabiliriz?

4. Hedefinizi ikiye katlamak size ne hissettirirdi?

5. Hayatınızda göz yumduğunuz veya katlandığınız neler var?

6. Hayatınızda nelerin daha FAZLA olmasını istersiniz? (Bir liste yapın)

7. Hayatınızda nelerin daha AZ olmasını istersiniz? (Bir liste yapın)

8. Düzenli olarak yaptığınız halde size bir şey katmayan, amacınıza hizmet etmeyen 3 şey nedir?

9. Hedefinizi nasıl daha açık, net ve ölçülebilir hale getirebilirsiniz?

10. Hedeflerinize ulaşmanın yaratacağı en büyük etki ne olurdu?

11. Başarısız olmayacağınızı baştan bilseniz şu anda ne yapmak isterdiniz?

12. Bunu; kaçtığınız bir şey yerine, hevesle gittiğiniz bir şey haline nasıl getirebiliriz?

13. Sevdiğiniz şeyler neler?

14. Nefret ettiğiniz şeyler neler?

15. Ölmeden önce yapmak istediğiniz şeylerden biri nedir?

16. Şu an hedeflerinizi başarmaya kendinizi adamak için doğru zaman mıdır?

17. Şu an yüzünüze bir gülücük konduracak ne üzerinde çalışmak isterdiniz?

18. Hayatınızın mükemmel olması için neyin değişmesi gerekir?

19. Gerçekten, gerçekten ne istiyorsunuz?

20. Hayat tarzınızda, size biraz daha huzur getirecek hangi değişimi yapmak isterdiniz?
HAREKETE GEÇİYORUZ
21. İlk adım/bir sonraki adım nedir?

22. İlk (veya bir sonraki) adımı bulmak için yapmanız gereken araştırma nedir?

23. Bu konu hakkında kimle konuşabilirsiniz? Bu konuyu size kim aydınlatabilir?

24. Kiminle vakit geçirebilirsiniz ki amacınızı gerçekleştirmek doğal bir şey olsun? (Bu amacınızı zaten gerçekleştirmekte olan kim var?)

25. İhtiyacınız olan bilgiyi nasıl temin edebilirsiniz?

26. Bu haftaya anlam katacak, harekete geçeceğiniz 3 konu ne olabilir?

27. 1’den 10’a giden bir ölçeğe göre cevap verirseniz, bu konular hakkında harekete geçmek sizi ne kadar heyecanlandırıyor?
28. Daha iyi bir sonuç almanızı ne sağlardı? (Korkuyu ele almak, adımları netleştirmek, daha fazla destek, daha fazla eğlence vs)

29. Hedeflediğiniz noktaya ulaşmış bir kişi böyle bir noktada ne yapardı?

30. Bu konuda hiçbir şey yapmazsanız ne olur? (Hiçbir şey yapmamanın size bedeli ne olur?)
YENİ BAKIŞ AÇILARI KAZANIYORUZ

31. Bu durumdan ne öğrenebilirsiniz?

32. Hangi açıdan bakıldığında bu durum harika (sonuçlar getiriyor)?

33. Tüm bu durumu en hızlı şekilde değiştirip ondan nasıl keyif alabilirsiniz?

34. Bu durumda şükredecek ne bulabilirsiniz?

35. Neyi iyi yapıyorsunuz? Neyi daha iyi yapabilirsiniz?

36. Hayatınızda daha çok zevk alarak yapabileceğiniz bir şey nedir?

37. Siz kendi koçunuz olsaydınız, kendinize ne önerirdiniz?

38. Mevcut davranışınızın değeri nedir?

39. Kendinizi ve hedeflerinizi sabote etmek için en sık kullandığınız yol nedir?

40. Sizi kendinizi sabote ederken yakaladığımda size ne demeliyim?
GENEL TEŞHİS SORULARI

41. En güçlü olduğunuz 3 alan nedir?

42. Şu an sizi en çok heyecanlandıran şey nedir? Neyi dört gözle bekliyorsunuz?

43. Hayatınıza daha fazla enerji taşıyacak yollardan biri nedir?

44. Eğer ideal bir ilişkiniz olsaydı, diğerlerinden farklı olacak şey ne olurdu?

45. İstediğiniz herhangi bir şeyi yapabilseydiniz, ideal kariyeriniz ne olurdu?

46. Finansal olarak daha huzurlu olmanızı sağlayacak şey ne olurdu?

47. Hayatınızı ne için yaşıyorsunuz? Yaşam amacınız nedir?

48. Eğer (bugüne kadar yaşadıklarınıza bakarak) yaşam amacınızı tespit edebilseydiniz, sizce bu ne olurdu?

49. Hayatınızda bugüne kadar yaptıklarınızdan neyle anılmak isterdiniz?

50. Hayatınızda kim daha fazla onurlandırılabilir? Bugün onları herhangi bir şey için onurlandırmak ister misiniz?

28 Mart 2014 Cuma

Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur

Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:

- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?

- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.

- Ne oldu, nasıl oldu?

- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:

- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?

- Hayır, neden?

- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:

- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.

- Radikal bir karar!

- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.

- Eşiniz ne dedi?

- Hocam biliyor musun ne oldu?

- Ne oldu?

- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!

- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.

- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?

- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.

- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!

- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.

- Eşiniz gelmek istemedi!

- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?

- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU